15 Temmuz’u yaşadığımda 43 yaşındaydım. Öncesi ve sonrası yaşanan gelişmeler ve o anları değerlendirme adına yaşım, konumum, hayat tecrübem hislerimi kontrol altında tutmamı sağlıyordu.
Ancak tarihler 12 Eylül 1980’i gösterdiğinde daha 6 yaşında, doğruyu yanlışı bilemeyecek durumdaydım. Aslına bakarsanız çocukluğumdan çoğu anımı hatırlamam ama 12 Eylül’ü hiç unutmadan büyüdüm. Bugün baktığımda yaşadığım travmaydı. Tüm toplum travma geçirirken, 6 yaşındaki bir kız çocuğunu bundan kurtarmak mümkün değildi.
12 Eylül 1980 darbesinin yapıldığı yıllarda İstanbul’da yaşıyorduk. Babam kabzıman, annem ev hanımı İstanbul’un Fatih İlçesi’nde yokuşun bittiğin bir binanın üçüncü katında oturuyorduk. Benden 3 yaş büyük ağabeyim ve benden 2 yaş küçük kız kardeşimle birlikte yaşıyorduk. O sabah daha gün ağırmadan sokaktan gelen sesler nedeniyle hepimiz uyandık. Annem perdeleri açıp, dışarıda neler olup bitiyor diye bakmaya başlayınca babamın müdahalesiyle perdeleri sıkı sıkı kapaması ve duvara yaslanan adamları askerlerin büyük silahlarla bağırarak durdurmaya çalışmasını görmemi engellemedi.
Küçük kardeşim ağlıyor, ağabeyim babamın ayaklarına sarılıyordu. Daha ne olduğunu anlamayan annem ve babam hiç susmadan yükselen silah seslerine karşı hepimizi bir anda yere yatırdı. Bu kez küçük kardeşimle birlikte ben ve ağabeyim de ağlamaya başladı. Evin içinde bizim ağlayan seslerimiz bile dışarıdaki bitmek bilmeyen silah seslerini durdurmuyordu.
Babamın ve annemin güvenli kolları bizi sakinleştirmişti ama silah seslerinin susmaması korkumuzu arttırıyordu. Bugün bile filmlerde bu tür sahneleri gördüğümde o günü hatırlarım. Çaresizliğin çaresizliğinin yaşandığı, korku ile birlikte belirsizliğin içinde aranan güven duygusu…
Sessizlik olduğunda yerden kalktık. Perdenin ucundan babam ve annem dışarıda ne oluyor diye baktığında, babamı bırakmayan ben de boyum yettiğince camdan dışarıya bakmaya çalıştım. Yokuşun bittiği yerde olan evimizden gördüğüm sahne beni adeta dehşete düşürdü. Çocuk aklımla gördüğüme anlam veremedim. Yokuştan adeta yağmur yağdığındaki gibi akan sular yerine o gün kan olduğunu anlayamadığım oluk oluk kan yağıyordu.
Ben de baba, “Neden suları kırmızıya boyamışlar?” diye sorunca babamın evdeki kardeşlerim duymasın diye mi ya de sorduğum soruya vereceği cevabı olmadığından da bilinmez, ağzımı kapattığını hatırlıyorum.
Tam bu sahne yaşanırken annem, radyoyu açtı. Annem radyoyu açtığında çok mutlu olurdum. Çünkü radyodan ‘ertesi yarın’ adlı hikayeleri dinlemek çok hoşuma giderdi. TRT Radyo’da ertesi yarın başlayacak diye ben de koşarak radyonun başına gittim. Baktım aile bireylerinin hepsi benim gibi ertesi yarını sevmeye başladı ki, benim gibi hepimiz radyonun başında sıralandık.
Biraz olsun yaşananlardan uzaklaşıp, ertesi yarını beklerken ‘korkunç sesli bir adamın tok sesiyle bir şeyler anlattığını duymaya başladım. Duyduklarım bir hikaye değildi ama ne söylediğini de anlamıyordum. Annem ağlıyordu. Babam, elini duvara vurdu. Bu hikayede annemi bu kadar üzecek, babamı sinirlendirecek ne var diye düşündüm. Baktım ağabeyim ve kardeşim de şaşkın gözlerle benim gibi annem ve babamı izliyordu. Babama, ‘Babama ne oldu?’ diye sorduğumda, tek bir yanıt aldım. Babam; ‘Geleceğimizi çaldılar, yavrum, geleceğimizi!’ dedi.
Bir de babam ve annem konuşmadı. Sessizliğin ardından bizim evde bir daha o gün ve çalınan geleceğimiz hiç konuşulmadı…