İstanbul’da tesadüfen tanıştık… Kara teni, Afrikalı olduğunun ilk ve en açık belirtisiydi. Yanındaki birkaç kişiyle İspanyolca konuşuyordu. “Neden İspanyolca konuşuyorsunuz” diye sordum; gülümsedi ve anlatmaya başladı: “Biz, İspanyol Ganası denilen küçük bir Afrika ülkesindeniz. Ben bakanım, şuradaki Cumhurbaşkanımız, öteki Başbakanımız ve diğerleri de bazı bakanlar. Bizim resmi dilimiz İspanyolcadır.” Duraksadı ve bu kez o sordu: “Peki siz niye İspanyolca konuşuyorsunuz?” Gülümseme sırası bana gelmişti; “istediğim için öğrendim” dedim. Kendi dilini konuşabilmenin verdiği o ayrıcalık duygusu kapladı ruhumu…
Evet, kendi ülkende, kendi dilini konuşabilmek, dünyanın sadece bir bölümünün sahip olduğu bir ayrıcalıktır. Afrika ülkelerinin resmi dillerine bakın; hemen hemen hepsi, emperyalist Batı devletlerinin dilleridir; İngilizce, Fransızca, İspanyolca ve Portekizce…
Afrika’dan uzaklaşıp Asya’ya uzanalım; İngiltere’den binlerce kilometre uzaklıktaki Hindistan’da, Avustralya’da, Yeni Zelanda’da resmi dil İngilizce’dir.
Atlantik’i aşıp Amerika kıtasına ulaşalım; İngiltere, kendi dilini Kuzey Amerika’ya taşımıştır. Orta ve Güney Amerika’da ise, Brezilya dışında tüm ülkelerde İspanyolca konuşulur; Brezilya’da ise Portekizce.
* * * * *
Dünyanın dört bir köşesine ‘keşif’ adı altında ulaşıp yüzlerce yıldır işgal altında tutan Batı, sadece dillerini götürmedi bu ülkelere; beraberinde dinlerini ve kültürlerini de taşıdı. Karşılığında ne aldı? İşgal ettiği toprakların üzerinde ve altında işe yarar ne varsa hepsini…
“Sömürgecilik dönemi çoktan kapandı” diye anlatır Batılılar. Bu bir yanlış değil, sömürgeciliğin sadece biçim değiştirdiği gerçeğini gizlemek için söylenen kocaman bir yalandır aslında. Tam tersine denkleme yeni ülkeler eklenmiş; sömürgeci ve sömürülen ülke sayısı, sömürülen alan, giderek artmıştır. İşte Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da yaşananları anlamanın yolu, bu yeni emperyalist denklemi anlamaktan geçer.
Avrupa ülkeleri, ABD, İsrail, Rusya, Çin gibi ülkelerin Orta Doğu’daki amaç ve yöntemlerini, aralarındaki karmaşık ilişkileri anlatacak değilim; sadece birkaç soru soralım istiyorum. Hatta gündeme uygun bir biçimde, sadece Fransa’yla ilgili olsun bu sorular. Örneğin; sömürgecilik dönemi bittiyse, Fransa, neden hala birçok Afrika ülkesinden ‘koloni vergisi’ almaktadır? Hem de ülke gelirlerinin yüzde 85’i oranında… Fransa’nın, neden Afrika’nın göbeğinde askeri üsleri vardır? Niçin Fransız askeri uçakları, Afrika ülkelerini bombalayıp durmaktadır? Afrika ülkelerinde bir parça bağımsızlık rüzgarı esince, neden Fransa, askeri müdahaleyle yönetimleri değiştirmektedir? Fransız askerlerinin Irak’ta; en gelişmiş savaş teknolojisiyle donatılmış uçak gemilerinin Suriye açıklarında ne işi vardır?
Bu ve benzeri soruların yanıtlarını vermeden, Paris’teki saldırıyı açıklamanın mümkün olmadığını düşünüyorum.
* * * * *
Batı, bugün refah içerisinde yaşıyor. Bu özenilesi refahın bedeli; dünyanın birçok bölgesinde her gün oluk oluk akan kan, sahip oldukları ellerinden alınıp yoksulluğa ve hatta açlığa mahkum edilmiş insanlar, savaşın gündelik hayatın parçası olduğu ‘uzak’ topraklar…
Fransızlar, Paris saldırısını, “yaşam tarzlarına saldırı” biçiminde yorumluyorlar; benzer yöntemlerle refahı sürdüren diğer Avrupa ülkelerinden ve tabi ki ‘okyanus ötesi abi’den tam destek geliyor. Bu refah sürsün istiyorlar; bedeli daha kaç ölüm, daha ne kadar acı olursa olsun... Kuş uçurtulmayan güvenli bölgelerde, kurşun geçirmez camlar ardında konuşup bu isteği, daha şiddetli eylemlerle gerçekleştirmek için el sıkışıyorlar.
G20 Zirvesi gündemine, çıkarları için kolkola girmiş emperyalist ülkelerin ‘insan’ı yok sayan kararlı savaşçılığı damgasını vurdu; yayınladıkları ortak bildiri, birlikte atılan bir savaş çığlığı gibi. Sömürenin refahı sürecek demek ki; bedelinin, gerek ‘uzaklarda’, gerekse kendi topraklarında masum insanların acısının artacak olmasına rağmen…