İnsan alışkanlıklarından kolay kolay kopamıyor.
Sadece insanlar değil, kurum- kuruluşlar ve onların yetkisindekiler de…
Can Yücel’in
“Değil bu şehirden gitmek,
İki sokak öteye taşınamıyorum.
Alıp götürsem gelmez ki… “ mısraları Antalya’yı soluyan, gören, görünce sevdalananların hissettiği gibi...
Maalesef ki Antalya’nın hissettirdiği başka duygular da var.
Yarattığı bağımlılık, alışkanlık sadece Aristo’nun ‘bir şehir orada yaşayana güven ve mutluluk sunsun yeter‘ dediği tadında da olmuyor.
Hatta, Hasan Hüseyin’in ‘Bu kenti sevdim dedim,
Benim olsun demedim ki,
Sevdim dedimse akşam kızıllığını,
Gönlüm gibi akıp giden şu çayı,
Şu ormanı şu denizi şu dağı,
Benim olsun demedim’ şiirindeki anlamının aksine, sevginin yerini sahiplenmenin aldığı, aidiyet duygusunun barınmadığı, sahiplenmenin ise alışkanlığa dönüştüğü sonrasında da, Nietzsche'nin ‘her alışkanlık; elimizi daha becerikli, aklımızı ise daha beceriksiz hale sokar’ dediği türde bir duygu yaratıyor, Antalya.
Bir insanı sevmekle bir kenti sevmek aynı mı?
Nazım Hikmet’in ‘İki şey var; ancak ölümle unutulur, anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü’ dediği gibidir benim için Antalya.
Nereden geldik buraya derseniz,
Sırtıma alıp götüremeyeceğimi bildiğim, havasını soluduğum, doğmadığım ama büyüdüğüm, mutluluğu, huzuru hissettiğim bu kentten, Dünya’da da gezdiğim, gördüğüm tüm kentlerden daha güzel bulduğum Antalyamın sosyal boyutu...
Hepiniz bilirsiniz ki dünyanın en güzeli, negatif faktörleri çoğaldıkça güzelliği yeterli kalmaz.
Bu kentin ruhunu, bedeninin güzelliğinden daha çok sevdim.
Fransız yazar D.Diderot, ‘Bedeni öldürenden değil, ruhu öldürenden korkunuz’ der.
Antalya’nın bedenini öldüren profil, ruhuna da nüksetmeye başladı.
Yine ünlü filozofun ‘güler yüzle söylenen bir yalanı bir anda yuttuğumuz hâlde, acı gerçeği ancak damla damla yutarız’ dediği gibi...
Artık acı gerçekleri yutamıyor ve taşıyamıyor Antalya.
Zira sözde sevdalı, yerlisi, yabancısının sevdası, alışkanlığa, alışkanlığı bağımlılığa dönüşmüş ve rant avcısı profillerin tepiştiği çim hâlinde hoyratça eziliyor Antalya’nın ruhu ve bedeni...
Bu kitleyi ele geçirmiş olan histen kısaca bahsedecek olursak;
“Kendisini her şeyi yapabilecek güçte bulan, kendisini her şeye gücü yeten ve sorumluluk üstlenmeme” olarak tarif edebiliriz.
Antalya merkezinde yaşayan bu sosyal ve kültürel yozlaşmaya karşı olan insanlar, sükûnetle, sabırla belki de cebren susmayı tercih ediyorlar.
Belki de gülerek söylenenlere olan yutkunma problemini dile getirecekleri zamanı bekliyorlar.
Bir de beklemeyenler var tabii...
Aynı Tevfik Fikret‘in dönemin yönetimine karşı söyleyemediklerini, dolaylı yoldan söylemesini sağladığı Sis şiirinde olduğu gibi...
‘Dışarıdan, uzaktan açılan gözlere, süzgün, iki lacivert gözünle ne kadar cana yakın görünüyorsun!
Cana yakın, hem de en kirli kadınlar gibi; içerinde coşan ağıtların hiç birine aldırış etmeden.
Sanki bir hain el, daha sen şehir olarak kuruluyorken, lanetin zehirli suyunu yapına katmış gibi!
Zerrelerinde hep riyakarlığın pislikleri dalgalanır,
İçerinde temiz bir zerre asla bulamazsın.
Hep riyanın çirkefi; hasedin, kar gütmenin çirkeflikleri;
Yalnız işte bu...
Ve sanki hep bunlarla yükselinecek.
Milyonla barındırdığın insan kılıklarından parlak ve temiz alınlı kaç adam çıkar?”
Sanki Tevfik Fikret, bugün benim Antalya için hissettiklerimi dile getirmiş. Masum Antalya için sevdalısıyım diyerek onun ruhunu ve siuletini yok edenlerin işledikleri cinayetin delillerini bile ortadan kaldırırken, gönül verdiğim kentimin sessiz çığlıklarını duymazdan gelecekler...
Yorumlar
Kalan Karakter: